Divan-ı Saltanata'ya kim başkanlık eder ?

Emirhan

New member
Divan-ı Saltanat’a Kim Başkanlık Eder? Tarihsel, Toplumsal ve Düşünsel Bir Analiz

Küçük yaşlardan beri tarihe ilgim vardı; özellikle Osmanlı’nın yönetim yapısına duyduğum merak beni hep “Divan-ı Saltanat” kavramına yöneltti. Çoğu zaman ders kitaplarında kısa birkaç satırla geçilen bu kavram, aslında bir imparatorluğun siyasal vicdanını, yönetim aklını ve toplumsal reflekslerini barındırıyordu. Ancak yıllar geçtikçe fark ettim ki, “Divan-ı Saltanat’a kim başkanlık eder?” sorusu yalnızca tarihsel bir bilgi değil; aynı zamanda gücün kimde toplandığını, adaletin kim tarafından temsil edildiğini ve karar alma süreçlerinde toplumsal cinsiyet dengesinin nasıl şekillendiğini anlamamızı sağlayan bir anahtar niteliğinde.

Tarihsel Çerçeve: Divan-ı Saltanat’ın Kalbi Kimde Atar?

Osmanlı Devleti’nin yönetim mekanizmasında Divan-ı Saltanat (ya da Divan-ı Hümayun), devletin en yüksek yürütme ve danışma organıydı. Kaynaklar — özellikle Hammer, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı’nın tarih analizleri — Divan-ı Saltanat’a padişahın başkanlık ettiğini belirtir. Ancak bu durum mutlak değildi. Osmanlı’nın kuruluş ve yükselme dönemlerinde padişahlar genellikle Divan toplantılarına bizzat katılırdı. Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ise, padişahlar doğrudan toplantılara katılmamaya başlamış, Sadrazam (Vezir-i Azam) fiilen başkanlık görevini üstlenmiştir.

Bu değişim yalnızca yönetimsel bir pratik değil, aynı zamanda bir güç devrini simgeliyordu. Devletin kurumsallaşmasıyla birlikte padişah sembolik bir karar mercii hâline gelirken, Divan fiilen sadrazamın idaresinde yürümeye başladı. Yani Divan-ı Saltanat’ın başkanı görünürde padişah olsa da, pratikte kararların yönünü çizen kişi sadrazamdı.

Güç ve Yetki Dengesinin İncelikleri

Divan’ın başkanının kim olduğu sorusunu sadece “isimle” yanıtlamak, meselenin özünü yüzeyde bırakır. Daha derin bir analizde görülür ki bu başkanlık makamı, otorite, meşruiyet ve temsil kavramlarını birlikte taşır. Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısında padişahın iradesi mutlak olsa da, Divan toplantılarında tartışmalar yapılır, görüşler alınırdı. Bu durum, danışma kültürünün — yani bir çeşit kolektif aklın — erken biçimlerinin var olduğunu gösterir.

Ancak eleştirel bir gözle bakıldığında, bu danışma süreci çoğu zaman sınırlıydı. Divan üyeleri genellikle erkek, asker kökenli ve padişaha mutlak sadakatle bağlı kişilerdi. Karar süreçlerinde halkın sesi ya da farklı sınıfsal bakış açıları temsil edilmezdi. Bu, Divan’ın demokratik değil, meritokratik bir kurum olduğunu gösterir.

Erkeklerin Stratejik Aklı, Kadınların Empatik Duruşu: Denge Mümkün mü?

Tarih boyunca yönetim mekanizmaları çoğunlukla erkeklerin elinde şekillenmiştir. Erkeklerin stratejik, planlayıcı ve kriz yönetiminde soğukkanlı yaklaşımları tarihsel olarak öne çıkarken, kadınların empatik, ilişkisel ve uzlaştırıcı yönleri uzun süre görmezden gelinmiştir. Oysa hem tarihsel hem modern yönetim teorileri — özellikle Daniel Goleman’ın duygusal zekâ üzerine çalışmaları — başarılı liderliğin yalnızca rasyonel değil, aynı zamanda duygusal farkındalık gerektirdiğini kanıtlar.

Divan-ı Saltanat bağlamında düşündüğümüzde, kadınların bu meclislerde yer almaması, Osmanlı yönetim aklının bir yönünün eksik kalmasına neden olmuştur. Harem politikaları üzerinden dolaylı etkiler (örneğin Hürrem Sultan veya Kösem Sultan gibi figürlerin nüfuzu) olsa da, bu etki şeffaf ve kurumsal değildi. Bu durum, yönetim sisteminde empati, uzlaşma ve insan merkezli kararların yeterince kurumsallaşamamasına yol açtı.

Peki, tarih kadınların yönetsel sezgilerini dışarıda bırakmasaydı, Osmanlı’nın karar alma yapısı daha dengeli olabilir miydi? Belki de savaş ve barış arasında daha insani bir denge kurulabilirdi.

Eleştirel Bir Perspektif: Gücün Meşruiyeti Üzerine

Divan-ı Saltanat’ın yapısını eleştirirken, meşruiyetin yalnızca “güç” üzerinden tanımlandığı bir sistemle karşılaşırız. Padişahın “kut” kavramına dayalı ilahi yetkisi, kararların sorgulanmasını imkânsız hâle getiriyordu. Günümüz yönetim anlayışında ise güç, artık katılımcılık ve hesap verebilirlik ilkeleriyle tanımlanıyor.

Bu fark, tarihsel evrimin doğal bir sonucu olsa da, aynı zamanda bize şu soruyu sordurur: Gerçek liderlik, korkuyla mı yoksa güvenle mi inşa edilir? Divan’da alınan kararların çoğu tepeden inme idi; halkın katılımı yoktu. Bu da bugünün perspektifinden bakıldığında demokratik meşruiyet açısından zayıf bir nokta olarak değerlendirilebilir.

Toplumsal Yansımalar ve Günümüze Etkileri

Osmanlı’nın Divan geleneği, günümüz Türkiye’sinde bile yönetim kültürünün derinlerinde iz bırakmıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte Divan sistemi ortadan kalksa da, danışma kurulları, başkanlık mekanizmaları ve “devlet aklı” söylemi hâlâ benzer bir mantıkla işler.

Bu açıdan bakıldığında, Divan-ı Saltanat’a kim başkanlık eder sorusu, sadece geçmişin değil, bugünün yönetim anlayışının da aynasıdır. Erkek egemen, merkeziyetçi ve çoğu zaman tepeden inme karar alma tarzı, hâlen modern kurumlarda dahi izlenebilmektedir.

Sonuç: Tarihten Ders Almak, Dengeyi Kurmak

Sonuçta Divan-ı Saltanat’a başkanlık eden kişi — tarihsel olarak padişah veya sadrazam — yalnızca bir yönetici değil, bir dönemin zihniyetinin temsilcisidir. Bu zihniyetin eleştirisi, geçmişi yargılamak için değil, geleceği daha adil ve dengeli inşa etmek içindir.

Bugün artık biliyoruz ki, strateji ile empati, akıl ile duygu, otorite ile katılımcılık arasında bir denge kurulmadıkça hiçbir yönetim sürdürülebilir olamaz.

O hâlde şu soruyla bitirmek gerekir:

Güç, hâlâ bir kişinin mi elinde olmalı, yoksa toplumun ortak vicdanında mı?

Belki de Divan-ı Saltanat’ın gerçek başkanı, hiçbir zaman tek bir kişi değil, o dönemin “adalet” anlayışıydı. Ve adalet, kim başkan olursa olsun, bir toplumun asıl yöneticisidir.
 
Üst